Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir
mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına
gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına
verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her
şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum
olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku
dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden
dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi
duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur,
bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak
olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir
sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için
İskenderiye’de tedavi gördüğü
Salih Bozok’un
anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden
yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan
böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de
Avusturya’da
Karlsbadkaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da
böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga
kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında,
Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli
tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu.
1936 yılında soğuk
algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen,
oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor
koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu
zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının
başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar
kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince
önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için
geçici tedbirlerle yetinmişti.
Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan
Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr.
Nihat Reşat Belger’di.
22 Ocak 1938’de
Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve
sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri
büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr.
Neşet Ömer İrdelpçağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz
olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra
1 Şubat’ta
Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı,
2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için
Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayi’na döndüğünde bitkindi.
Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen
Balkan Antantıtoplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı.
Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu.
Hastalığının artması üzerine,
6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman
Prof. Dr. Fiessinger davet edildi.
28 Mart1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük
kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin
kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz”
dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun
tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa
30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı
Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride,
Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek
bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu. Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle
Hataysorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi
konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu
konudaki kesin kararlılığını göstermek için
20 Mayıs’ta
Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup,
24 Mayıs’ta
Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak
Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra
26 Mayıs’ta
İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir
daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit
edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de
dinlenmesi amacıyla
Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı
Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında,
Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis
John Roebling’in kızı
Emily Roebling Cadwalladertarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı
döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde
İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca
kabine toplantıları düzenledi,
Romanya Kralı
Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk,
1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş
25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve
8 Temmuz’da
Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan
Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk,
9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger
16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/
25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi’nda Başbakanını,
Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini
sürekli olarak izliyordu.
3 Eylül 1938’de
Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk,
5 Eylül’de vasiyetini yazdı.
6 Eylül’de
Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında
toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda
kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve
yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel
durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık
ilerlemekteydi.
16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma
19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği,
23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı.
20 Ekim’de
koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü
törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek
istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya
bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine
Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son
6 Kasım tarihinde görüştü.
7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra
8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
10 KasımPerşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa
boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan
hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu,
16 Kasım’da
Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine
açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına
saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile
getirdi.
19 Kasım’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce
Zafer torpidosuna sonra
Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini
İzmit’te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren,
20 Kasımgünü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı
tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101
tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de
hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve
askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta
Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün
naaşı
21 Kasım’da düzenlenen görkemli bir törenle,
Etnografya Müzesi’nde
hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara
çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık
bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir
milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve
çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir
tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı
duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal
İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı.
Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını
uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet
ve bağlılığını,
11 Kasım’da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü,
21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım
1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan
Anıtkabir' e nakledildi.
O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider
olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim
sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel,
ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki
en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve
insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.Atatürk’ün KişiliğiUlu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi
kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman asker ve
büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün
başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı.
Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman,
eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün
özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği
tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler,
akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan
hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe,
sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “
Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu
özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük
Nutuk’u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için,
sürekli olarak okuyan Atatürk için
Mahmut Esat Bozkurt “
Türk Milleti’nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok
çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev
aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu
için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu
konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan
Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
| | |
Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi. |
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz,
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı,
Kral Edward’ın
Madam Simpson için tahtından ayrılacağı,
Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği,
Majino Hattı’nın aslında bir
Nasreddin Hocatürbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle
uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük
Gladys Baker’in
Amerika’yla ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu.
Lozan Konferansı’na
Rauf Beyyerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı
tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer
yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken
olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve
önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece
liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla
liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi
davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar
vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan
Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir
lider olarak oldukça başarılıydı.
Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman,
Ankara Halk Evibinasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini
bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip
diktirtmiş ve özel olarak
Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir
opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan
Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında
Japonya’nın
tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk’ün bilgisi
karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten
Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur
Japon şiirlerinden
mısralar da okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran
kalmıştı. Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir
kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi
kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde
planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili
bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı. Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira
diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi
kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek,
yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti.
Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu.
Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini
sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de
toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini
çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili
varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride
kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri
bir bir çıkıyordu.
Mazhar Müfit Kansu,
onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri
görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde
oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni
tamdı.
İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça
hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını
da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi
ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle
kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında
Padişah’a karşı çıkmaması,
Çerkez Ethem’e
son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik
davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla
kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra
onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen
olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu
vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada
yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde
benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her
konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı
davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında
fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her
zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle
Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin
içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona
hayran olduğu söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
| | |
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş. |
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında
birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur
davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile
birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı.
Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış
Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “
Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim
Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “
Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.
Mahmut Yesari’nin ağzından Atatürk’ün cesareti:
| | |
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkale’de Anafartalar grubu komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir “Bey”di. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşa’nın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkale’de çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. “O”, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat “O”, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. “Düşman siperlerine bakmak!” Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. “O”, bu “Göz açtırmayan” ateşe “Gözlerini kırpmadan” bakardı. “O”nu ben ilk defa “Korku bilmeyen adam” olarak tanıdım. |
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup
biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin
yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi.
Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü.
Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını
bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir
simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti.
Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi
duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk,
zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka,
mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün
kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden
fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve
güreş sporuyla da ilgileniyordu.
Sakarya adlı atına ve köpeği
Fox'a çok değer veriyordu.
Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları;
Manastır,
Yemen Türküsü,
İzmir’in Kavakları,
Bülbülüm,
Vardar Ovası,
Çanakkale İçinde,
Yanık Ömer,
Kırmızı Gülün Alı Var,
Alişimin Kaşları Kara ve
Şahane Gözler Şahane’ydi.
Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade
ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan
Oğuzlara ithaf ettiği “
Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;
| | |
Hakikat Nerede? Gafil, hangi üç asır, hangi on asır Tuna ezelden Türk diyarıdır. Bilinen tarihler söylememiş bunu Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, Dinleyin sesini doğan tarihin, Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. Asya'nın ortasında Oğuz oğulları, Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz Türk sadece bir milletin adı değil, Türk, bütün adamların birliğidir. Ey birbirine diş bileyen yığınlar, Ey yığın yığın insan gafletleri! Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, Dünya o zaman görecek hakikat nerede, Hakikat nerede? |
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam
yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet
eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen
gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne
gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat
katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
Atatürk,
1915–
1937 yılları arasında birçok kez İstanbul’daki
Pera Palas Oteli’nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgali sırasında Atatürk, annesinin
BeşiktaşAkaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera
Palas' ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada
fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu
açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı
denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban' ın
büyük yardımlarıyla bir
Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.